Yıl 1961. Soğuk bir kış ayı. Diyarbakır’ın Bismil ilçesinin Tepe beldesinde, Dicle Nehri kıyısında toprak bir ev… Evdeki çocuklardan ikisi şiddetli bir hastalığa yakalanır. Köydeki çoğu çocukta baş gösteren kızamık salgını bütün köyü vurmuştur. Hastane yok, aşı yok, sağlık ocağı yok… Çoğunun hastalığı zatürreeye çevirmiştir artık. Her gün beldede bir çocuğun öldüğü haberi yayılmaktadır. O toprak evden de ağıt sesleri yükselir bir gün.
O toprak evdeki iki çocuktan biri hayatını kaybeder; diğeri ise ölüm döşeğindedir. Ailesi onun da öleceğini düşünürken 4 yaşındaki küçük çocuğun gözünün önünden geçen tek şey evin tavanına yuva yapan kırlangıçlardır. O güne kadar hiç bu kadar yakından izlememiştir onları. Çamurları ağızlarıyla taşımalarını, doğacak yavruları için yuvalarını damla damla inşa etmelerini… Kırlangıçlar ne kadar muntazam, ne kadar özenle hazırlıyordur yuvayı.
Küçük çocuk, hasta yatağında kırlangıç diye bilmez ismini aslında. Ana dili Kürtçeden öğrendiği ‘hac hacik’tir onlar. Göçmen oldukları için hacca gidip geldiklerine inanılan, Mekke’den gelen hac kuşudur yani. Her evin tavanında bir kırlangıç yuvası vardır. Bu kuşlar ürkektir, evin içine girip bir şey almazlar, kimsenin yanına yaklaşmazlar. Ancak köydeki çoğu çocuğun hayatında büyük izler bırakırlar.
Küçük çocuk, ateşler içindeki yatağında kırlangıçları hayal ederek atlatır hastalığı. Kırlangıçların yuvaya tutundukları gibi o da hayata tutunur âdeta. O çocuk bugün Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın başındaki isim, Mehmet Mehdi Eker’dir.
Tabiata, canlılara olan hayranlığı belli ki çok küçük yaşlara uzanan Eker ile bakanlık kampüsünde yer alan küçük gölette kısa bir gezinti yaparken aslında hiç de bilmediğimiz yönlerini keşfediyoruz. Bakanlıktaki ağaçların çoğunu kendi elleriyle diktiğini, çiftlikte meyve ve sebze yetiştirdiğini öğreniyoruz. Çevredeki bütün ağaçların, çiçeklerin isimlerini, hikâyelerini anlatması şaşırtıyor bizi. Kimi zaman göletten yükselen bir kurbağa sesi kimi zaman kendi ağzından dökülen bir şiir eşliğinde: “Zambaklar en ıssız yerlerde açar / Ve vardır her vahşi çiçekte gurur / Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr / Işıksız ruhumu sallar da durur / Zambaklar en ıssız yerlerde açar… Sezai Karakoç.”
Asıl adı Muhammed Mehdi
Dicle Nehri kıyısında Tepe beldesindeki o toprak evde dünyaya gelir Mehmet Mehdi Eker. Asıl adı Muhammed Mehdi’dir. Baba Abdullah Eker, çocuklarının her birine Peygamber Efendimiz’in (sav) sıfatlarını yansıtan isimler vermiştir: Muhammed Muin, Ahmed, Hamid, Muhammed Mehdi, Muhammed Metin… Ailenin 7 çocuğundan biridir Mehdi. Baba Abdullah Eker, otoriter ancak sevgisini gösterebilen, bilgili, güçlü bir kişiliğe sahiptir. Medrese eğitimi almış; Kürtçe, Türkçe, Arapça ve Farsça bilen bir din adamıdır. Öğrencileri vardır, hem ders verir hem müderrislik yapar. Evdeki çocukların da ilk hocasıdır. Ancak belli bir zamanı vardır eğitimin: 4 yaş, 4 ay, 4 gün… Çocuklar 4 yaş, 4 ay ve 4 günlükken başlar eğitime. Nedeni ise Hz. Muhammed’in çocuklarına ve torunlarına bu yaşlarda eğitim vermesidir. Bir rivayete göre de bir insanın ömründe zekâsının en işlek olduğu dönemdir. O yüzdendir ki Mehdi Eker’in 4 yaşından beri yaşadığı birçok şey aklındadır. O yaşta ilk öğrendiği duayı hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Hayatının her safhası 4 yaşında ezberlediği o dua üzerine kurulur: “Rabbi yessir, ve la tuassir. Sehhil aleyna bi fadlike ya muyessir. Rabbi zidni ilmen ve fehmen nafien ve tem’mim bi’lhayr. Rabbim, kolaylaştır, zorlaştırma! Fazlınla bize kolaylaştır. Kolaylaştıran, Rabbim! İlmimi artır. Anlayışımızı faydalı kıl ve hayırla bitir.” Babadan öğrendiği o dua bütün eğitim hayatının mihengi olur: “Babam derinliği olan biriydi. Kaside okur, satranç bilir, fıkra da anlatırdı. Belagatle konuşur, dilin hakkını verirdi.”
Anne Fehime Eker de bilgili bir kadındır. Kendi babasından aldığı eğitimle Arapça ve Kürtçe okur. Eker, annesini şöyle tarif ediyor: “Anadolu’daki birçok kadın gibi tahammül gücü çok yüksek bir insandı. Adanmış bir hayattı onunki. Hayatında boşluk yok, sevgi ve dua vardı.”
Mehdi Eker’in çalışma odasındaki masanın hemen arkasında üç fotoğraf yer alıyor. Annesi, babası ve Başbakan Erdoğan… Herkes karşılarına alır seyreder ya fotoğrafları, o arkasına almış, belli ki arkasında hâlâ onların desteğini hissediyor. Ölmeden önce hastane odasında annesini, çektiği son fotoğrafı gösteriyor. Babasının da fotoğrafını yanına alarak “Ben onlara aidim. Hayata geliş sebebim onlar. Bir gün benim çocuklarım da bu duyguyu yaşarlarsa, böyle olduğunu hissederlerse, onlar da benim fotoğrafımı koyar. Geçmişe dönük, köklere doğru, dallara doğru değil!”
Çalışma odasındaki çekmecesinden fotoğraf albümüne gidiyor elleri. Atlarla olan fotoğraflarını gösteriyor. At sevgisini anlatıyor. Sonra bir fotoğraf beliriyor aradan. 1968 tarihli, altında bir not: ‘Diyarbakır Tepe İlkokulu 5. sınıf. No: 45 Mehdi Eker…”
Okula 6, dinî eğitime ise 4 yaşında başlar Mehdi Eker. Okul dediği iki derslikten ibarettir. Beldedeki tek kiremitli yapıdır Tepe İlkokulu. Birleştirilmiş sınıflarda geçer beş yılı. İkiler ve üçler bir yerde; dörtler ve beşler bir sınıftadır. İkiler susar, üçler ders yapar. Dörtler susar, beşler başlar. Ağabeylerinin döneminde okul olmadığı için onlar okuyamaz ilkokulu. Mehdi Eker de ortaokul olmadığı için gidemez okula. Okumak için gideceği tek yer Diyarbakır’dır fakat kalacak yer bulamayınca bir yıl köyde kalır. Sonra sınavla girilen bir yurt olduğunu duyar. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün açtığı sınava girer ve kazanır.
Okuma azmi, çocuk yaşında aileden ayrılarak Diyarbakır’a gelmesine sebep olur. Onun kafasında ise üniversite okumak vardır: “Üniversite okuyacağımı düşünüyordum, hayal etmiyordum. Emindim kendimden.”
7 yıl kalır Diyarbakır’da. Dönemin şartları ailesinin yanına sıklıkla gitmeye imkân vermez. Oysa Diyarbakır’la Tepe arası 60 kilometredir; fakat yol yoktur. Trenle bir yere kadar gidecek, oradan inip yürüyecek, Dicle Nehri’ni kayıkla geçecektir. O nedenle sık sık gidemez eve; tatillerde ve bayramlarda görür ailesini. Yurtta kaldığı günlerden birinde acı bir haber gelir Diyarbakır’a: “Eve gitmem gerektiğini söylediler. Gittiğimde babam vefat etmişti.” 15 yaşında babasız kalan Eker, o yokluğun bir yüke dönüştüğünü çok geçmeden anlar.
Tercihimde Akif’in etkisi var
Lise son sınıfa geldiğinde mesleki tercihleri de yavaş yavaş teşekkül etmeye başlar. Tıp fakültesidir gönlünde yatan. Veterinerlik, hukuk, siyasal ilk tercihleri arasında yerini alır. Diyarbakır’da kalacak yer olduğu için Diyarbakır Tıp Fakültesi’ni yazar ancak büyük şehir hele de İstanbul hayali ağır basar. Hiç büyük şehre gitmemiştir; ama kitaplardan, şiirlerden, romanlardan tanıyordur İstanbul’u: “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar / İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim / O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim / Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur / Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur / Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale / Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale / İstanbul benim canım / Vatanım da vatanım... / İstanbul, İstanbul...”
Fen puanı ağır basar Mehdi Eker’in. Ankara Veterinerlik Fakültesi’ne kayıt yaptırır. Bu bölümü tercih etmesinde İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif’in etkisi vardır: “Veterinerliği seçmemde iki unsur var. Birincisi kuşkusuz bir meslek sahibi olmaktı. Diğer bir faktör bilinçaltımda Mehmet Akif’e duyduğum sevgi ve saygı. Toplum daha çok edebiyatçı tarafıyla bilir. Ancak veteriner hekimlik de yapan Mehmet Akif Ersoy’un zihnimde veterinerlik fakültesi oluşumunda etkisi var.”
Eker, üniversiteye ciddi bir edebiyat birikimiyle gelir. 1976’da Ankara’ya geldiğinde azığında çok sayıda eser, onlardan öğrendiği bilgiler vardır: “Lisede, bütün klasikleri okumuş, sindirmiştim. Benim de içinde bulunduğum grup, Necip Fazıl Kısakürek’i konferans vermeye Diyarbakır’a davet etmişti. Daha o yıllarda bu birikime sahiptik.” O dönemde Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Seyid Kutup, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil ve her görüşten birçok şair ve yazara ait eser okur Eker. Ankara’ya geldiğinde, edebiyat birikimi ona ne yapması, nereye gitmesi gerektiğini öğretmiştir. Daha üniversite birinci sınıftayken çıkan sağ-sol çatışmalarından bu sayede sıyrılır. Çatışmaların ortasında yer almaktansa o kültürel bir mücadelenin içinde yer alır. Yaşıtları elde silahlarla sokaklardayken o Ankara’daki Akabe Kitabevi’nde geçirir vaktini. Daha Diyarbakır’da teşekkül eden dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru ile yaşadığı kaos ortamından kendini korur: “Bir İslam medeniyeti tasavvurumuz vardı. İnsanın varlık olarak hem problemlerini tarif eden hem sahip olması gereken bu dünya hayatını amacına uygun, huzurlu ve mutlu bir şekilde geçireceğimiz bir evrensel değerler denklemiydi. Böyle bir tasavvur; ama bu gündelik sorunlardan ve politikalardan uzaktı. Oysa o günkü konjonktürde yaşananlar kökü bir olan dalların çatışmasıydı. Ben bunu o dönem algılıyor, öyle görüyordum. 12 Eylül öncesinde benim gibi düşünen birçok arkadaşımın o günkü çatışma zihniyetinin dışında bulunma sebebi ortak evrensel değerler ve İslam medeniyeti tasavvuruydu. O çatışmaların gerisinde bir kurgu olduğunu düşünüyorduk.”
12 Eylül 1980 öncesi ortamdan herkes gibi o da etkilenir. Fakülte bir gün açıksa bir hafta kapalıdır. Öğrenci kredisi ve abisinden aldığı harçlıkla geçinmeye çalışır büyük şehirde. Üniversite eğitimi sık sık kesintiye uğramaya başlayınca o da çalışmaya karar verir. Bir bakanlığın lise mezunu memur aldığını duyar ve müracaat eder. Yüksek bir puanla, üç bin kişi arasından sınavı kazanır ve memur olur. Evrak kayıt memuru olarak başladığı o yer bugün başında bulunduğu Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’dır.
Büro memurluğundan bakanlığa
Hem çalışıp hem okur Mehdi Eker. Okulu bitirir, İngiltere’de master yapar. Ankara’da bir arkadaş ortamında eşi Yasemin Hanım’la tanışır: “Eşim İstanbullu. Babası Bosna’dan göç etmiş. Yasemin Hanım nasıl bir dünya görüşümün olduğunu biliyordu. 6 Şubat 1984’te evlendik. Üç çocuğumuz var. Büyük kızım hukuk mezunu. Oğlum da hukuk okuyor. Hepsine kendilerini geliştirmelerini öneririm. Ancak edebiyat onlara en büyük tavsiyemdir.”
Eker’in sahip olduğu dünya görüşü ve bu çerçevede edindiği siyasi bir görüşü vardır elbette. Ancak aktif siyaset düşünmez. 1994’te Başbakan Erdoğan’la tanışması onun için dönüm noktasıdır. Ankara’da görev yaparken, o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Erdoğan’ın oluşturduğu ekipte onun da ismi geçer. Belediyeye geçmek gibi bir niyeti yokken Erdoğan’ın isteğiyle Veteriner İşleri Müdürü olarak İstanbul’a gelir. 2,5 yıl görev yapar. AK Parti’nin kuruluş aşamasında, parti programını hazırlayan ekipte yer alır. Genel Merkez’de Halkla İlişkiler Başkan Yardımcılığı yapar. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Diyarbakır’dan AK Parti Milletvekili seçilir. 2005’te Tarım ve Köy İşleri, bugünkü adıyla Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na atanır. Üç hükümette arka arkaya aynı göreve atanan, aynı zamanda aralıksız olarak en uzun süre görevde kalan tarım bakanı olarak tarihe geçer.
14 bakanla çalışmış bugüne kadar Mehdi Eker. Lise mezunu olarak girdiği bakanlıkta evrak kayıt memurluğuyla başlayıp Tarım Bakanlığı’na uzanan bir başarı hikâyesi onunki. O ise bunu başarı olarak görmüyor. “Ona tarih karar verecek.” diyor. Sadece büyük bir sorumluluk hissi duyuyor oturduğu koltuğa. “Ne iş yaptığınız hiç önemli değil, nasıl yaptığınız önemli.” diyor. 4 yaşında babasından öğrendiği o duayı aklından hiç çıkarmıyor: “Allah’ım zorlaştırma kolaylaştır. Yaptığım işi hayırla bitir…”
En keyif aldığım an, atın üzerindeki andır
Bakan Eker’in atlara karşı ilgisi çocukluk yıllarına dayanıyor. Bu ilgiyi eğitimle de perçinlemiş, binicilik eğitimi almış. Fırsat buldukça İstanbul, Bursa ve Ankara’da at biniyor. “Ata binecekseniz sabırlı olacaksınız. Eğer üzerinde durabilecek bir eğitiminiz yoksa tehlike olabilir.” uyarısında bulunuyor. Atların insanlara benzeyen birçok özelliği olduğunu dile getiriyor: “Ata ait özellikler vardır. Sadece atlara has. At utanır, at kıskanır, at hırslanır, at sancılanır. Bu duyguları ile insana benzer.”